18 Haziran 2022 Cumartesi

BİR ÜTOPYA OLARAK OKUMAK

3 yorum:

Son zamanlarda eskisi gibi okuyamıyorum. Hayat yoğunluğu ve bu yoğunluğun getirdiği kafa doluluğu döngü halinde birbirini tetiklerken elime kitap aldığım süre giderek azalıyor. 2018’de günde 100 sayfa okumak rutin bir aktiviteydi, şimdi ise 50’yi görünce seviniyorum. Bunun için ufak çözümler üretme aşamasındayım. Metroda ya da ofiste okurum diye kitap taşıyorum mesela, günde 10 sayfa bile okusam ayda 200 eder. Bu hesaplara girmek önceden gereksiz geliyordu ama gerçekten çok az okuyorum. Okumak beni hayata bağlayan en önemli eylemlerden biriyken bu denli azaltmış olmam bünyeme kötü geliyor. Birkaç hafta önce bir akşam yorgunluktan elimdeki kitaba odaklanamadım mesela. O an şey demiştim, kitap bile okuyamayacaksam tüm bunların ne anlamı var? İşe gidip gelme sebebim genel olarak hayatımı belli bir konforun üstünde tutmaksa okumaya zaman ayıramadığım bir hayatın verdiği konforsuzluk bu noktada beni kitler. Anlamsız oluyor yani her şey baştan bitiyor.



Geçen hafta bir arkadaşımla mükemmel hayat üstüne konuştuk, benzer fikirlerimiz vardı. Büyük bir ev, yeterli diyeceğimiz bir gelir, sürekli okumak ve keyfi olarak yazmak. Yazma eylemini Mary Shelley ve Lord Byron’ın katıldığı bir öykü yaratma gecesi gibi hayal ediyorum. Sanat odaklı, kayıtsız ve kendi akıntısında giden. Asıl odağım ve detaylandırmak istediğim şeyse okumak. Ciddi anlamda okumak üstüne bir hayat istiyorum. Çeşitli okumalar yapmak, bunlar hakkında konuşmak, arkadaşlarımla aynı kitapları okuyup tartışmak vs. vs. Tüm hayatımı okuma eylemi üstüne kurabilirim. Son zamanlarda bir okuyorsam on satın alıyorum, belki tamamen okumaya ayıracağım günler için biriktiriyorum belki de sadece alasım geliyor. Kitap almak bana iyi hissettiriyor. Boşa giden bir şey de değil, bunun üstünde durup “çok kitap aldım.” düşüncesine girmeyeceğim. Zaten kime göre çok neye göre çok orası ayrı.  Neyse, ütopyama döneyim. Tüm günümü keyfi okumalar yaparak geçiriyor, okuduklarım hakkında yazıyorum. Ayda birkaç defa toplandığımız bir okuma kulübümüz var, bazen birlikte yazma denemeleri de yapıyoruz. Okumalar için keyfi dedim ama belli bir düzeni de takip ediyorum. Bir yazarın aynı anda iki kitabını okuyorum ya da Latin Amerika Edebiyatı’nda uzmanlaşıyorum mesela. Ursula’nın kitaplarını tekrar tekrar okuyorum çünkü bolca vaktim var.

Bu ütopyada okumak için geç kaldığımı hissettiğim kitaplar yok, her şey için vaktim var ve her kitapla tam zamanında karşılaşmışım. Bazı kitaplarla hayatım boyunca bir yerlerde karşılaştım ama okuyamadım ve baskıları tükendi mesela. Onları düşününce keşke o an alsaydım diyorum, keşke o kitapçıda daha çok dursaydım, biraz daha fazla dolaşsaydım ve raftan çekip başkası almadan ben alsaydım. Ütopyamda baskı tükenmesi diye bir kavram yok bu arada onu da belirteyim. ^^

Bir de bazı kitaplar var ki kafamı karıştırıyor, üstüne çok düşünüyorum ve neden bu kadar düşündüğümü pek anlamıyorum. Örnek verecek olursam Gitmeliydin – Daniel Kehlmann bunlardan biri. Bende yarattığı hissi unutamıyorum, içimde bir şeylerle o kadar çok uyuşuyor ki en sevdiğim kitap oymuş gibi sıkça aklıma geliyor.(En sevdiğim kitap yok bu arada, henüz bulamadığımı düşünüyorum.) Sadece o kitapla (genel terim olarak kitap) kendi özelimde bir şeyleri bağdaştırıyorum galiba. Biraz tuhaf bir bağ, soğuk bir aralık gecesinde buzlu bir şeyler içerek kitap okumak gibi. Gördüğüm anda tanıdık gelen kitaplar bunlar. Hani birini ilk defa görürsünüz ve daha önce karşılaştığınızdan emin olursunuz. Hatta o kişiyle aranızda mistik bir bağ varmış gibi gelir, bir ihtimal ilerde çok iyi arkadaş olursunuz. Bu tarz kitaplara aramda öyle bir şey oluyor.  Siz ne sıklıkla yapıyorsunuz bilmiyorum ama okuduklarımın bende nasıl hisler yarattığını analiz etmeyi çok seviyorum. Özellikle unutamadığım kitapların, Susan Hill’den Şatonun Kralı, Shirley Jackson’dan Biz Hep Şatoda Yaşadık, Atuan Mezarları, Tehanu, Normal İnsanlar… Aklıma gelenleri pek düşünmeden yazdım şu an.

Sanırım ütopyamdan bahsederken arka bahçedeki labirente girdim, biraz dallı budaklı bir yazı oldu. Edebiyata tutunarak yaşıyoruz, labirentin kalbinde bu yatıyor. Ayaküstü yaptığım kitap sohbetleri bile benim için o kadar kıymetli ki. Ya da sevdiğim bir yazarın yeni kitabının duyurulması, bir yazarın doğum gününü bilmek ve o günlerde onun kitaplarını okuma planları yapmak gibi şeyler. Jung’dan bir gün sonra doğmuşum mesela, küçücük bir detay ama hoşuma gidiyor. Yürümek istediğim yolu, labiretin çıkışını bu detaylar aydınlatıyor. 

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...